22 Nisan 2008 Salı

Nisan







Nisan başında bir haftalığına Türkiye’ye gittik. Aile, arkadaşlar derken koşturma oldu ama uzun zamandır istediğim birşeyi gerçekleştirerek 7 yaşındaki Ece’yi Anıtkabir’e götürdüm. Buradaki okulda öğrenemeyeceklerini biz öğretiyor olacağımız için kendi adıma ilk adımı attım ama tarihimiz o kadar dolu ki nasıl öğretilir nereden başlanır fikrim yok...

Burada Nisan ayımız biraz sosyal kelebek olarak geçiyor, bundan da çok memnunum. Oturup yalnızız, arkadaşlarımız yok diye yakınarak çevre edinemediğimiz için iş başa düşüyor. Aslında gayet güzel etkinlikler var. Bir akşam Sufi müzik, başka bir akşam opera veya tango dinleyebiliyorsunuz. İstanbul’da Açıkhava konserlerini sevmemin en önemli nedeni "açık havada" olmalarıydı, burada ise zaten kapalı bir salon yok. Yaz daha bastırmadan bu günler açık hava etkinlikleri için ideal, kaçırmamaya çalışıyoruz.

Bir de aslında herkesin bizim gibi ülkesinden ayrılıp yepyeni bir ortama düştüğünü ve yeni tanışıklıklara ihtiyacı olduğunu yeni yeni kavrıyorum. Bir yerden tanışmaya başlayınca çorap söküğü misali arkası geliyor. 1923’teki mübadelede ailesi İskenderun’dan Selanık’e göçmüş olan bir Yunanlı ile Berlin Kreuzberg’de Türkler ile büyüdüğü için "bir mumdur, iki mumdur" türküsünü tüm sözleri ile eksiksiz söyleyebilen bir Alman ile aynı masada olmak çok renkli bir deneyim.

Konserler, yemekler, içkiler derken bir Arap ülkesinde olduğumuzu unutur gibi olurken kum fırtınası ve arada ortaya çıkan bir deve sürüsü buna izin vermiyor. Kum fırtınası garip bir şey, aslında kum gibi değil toz gibi. Yüzünüze çarpan kumlar yok ama boğazınıza yapışan tozlar var, genellikle bu fırtınalar sonrası çocuklarda boğaz enfeksiyonu, konjuktivit vs. oluyor.
Develer ise nereden geliyor emin değilim ama çok büyük sürüler halinde gezdiriliyorlar ve bence burası için çok değerli olan ağaçları yiyerek sadece dallarını bırakıyorlar. Bir markette deve eti satıldığını gördüm ama pek deneyesim yok.